Sonsuza Dek Sürecek Bizim Aşkımız Biz Galatasaraylıyız!

Sonsuza Dek Sürecek Bizim Aşkımız Biz Galatasaraylıyız!

18 Mayıs 2014 Pazar

2014-2015 GALATASARAY

2013-2014 sezonunda 54'ü resmi olmak üzere toplam 66 müsabakaya çıkmış olan futbol takımına sahip spor kulübü.

bu maçlar neticesinde 1 türkiye süper kupası, 1 türkiye kupası, 1 emirates kupası*, şampiyonlar ligi 2. turu ve türkiye ligi 2.liği ile doğrudan şampiyonlar ligine katılım hakkı başarılarını elde etmiştir.

2014-2015 sezonu kadro planlamasını şu şekilde yapması gerekir diye düşünüyorum: 

kaleciler: fernando muslera, onur recep kıvrak, eray işcan, ufuk ceylan

defans: semih kaya, hakan balta, koray günter, ömer toprak, alex telles, sabri sarıoğlu, veysel sarı, chedjou,ishak doğan

orta saha: felipe melo, selçuk inan, yekta kurtuluş, umut gündoğan, wesley sneijder, bruma, erkan zenginve- veya jimmy durmazgökhan töreserdar gürler, hamit altıntop, mario suarez

forvet: burak yılmaz, umut bulut, mario balotelli, berk ismail ünsal

ajan: dany achille 

2014-2015 sezonunda da 70'e yakın maç yapacağımız düşünüldüğünde 28-30 kişilik bir kadro yeterli olacaktır. eğe bu şekilde bir kadro kurarsak 5+3 sistemini lehimize çevirir üstüne de forma rekabetini tetiklemiş oluruz. en basitinden herkes onur'un alınmasını muslera'nın satılması koşuluna bağlanmış. glatasaray'ın 2 tane iyi kaleciye ihtiyacı var. bakın işte eray ile rezil olduk bu sezon... ufuk antrenman futbolcusu olmaya devam.

önümüzdeki sezon 70 maç yapsak bu kalecileri çok rahat 40-30, 45-25 şeklinde dağıtabiliriz, dağıtmalıyız. 5+3 saçmalığını delmenin tek yolu kaleci galatasaray için.

senelerdir olduğu gibi yine en sorunlu bölgemiz yine defan olacak maalesef. en sorunlu bölge oraya yabancı hakkı artık kullanamayacağımızdan sağ bek pozisyonu olacak. ben veysel sarı'nın 1. alternatif olarak başlatılması taraftarıyım ama zamanla formu iyi olan orayı kapar diye düşünüyorum. lig için göbeğin türk futbolculardan oluşması kaçınılmaz gibi. semih kaya ve ömer toprak birlikte oynamalı. şampiyonlar liginde chedjou yine forma şansı yakalar. sol bek ise alex telles'e emanet edilir. sabri ise beğenelim ya da beğenmeyelim sonradan oyuna dahil olduğunda oyunu farklılaştıran birisi. iyi ya da kötü demiyorum ama bir şekilde maçı değiştiriyor. koray ve ishak ise türkiye kupası futbolcularımız olurlar.

gelelim orta sahaya: galatasaray'ın en az alternatifli bölgesi burası. dolayısıyla en çok transfer de buraya lazım bana göre. buraya felipe melo, selçuk inan kalitesinde birisi mutlaka ve mutlaka alınmalı. ben bunun için atletico madrid futbolcusu mario suarez'i düşünüyorum. 70 maçı bu 3 futbolcu ve yekta ile birlikte ikili kombinasyon da çok rahat bir şekilde kaldırabilirler. umut gündoğan bu 4'lünün arasından sıyrılmaya çalışacak.

kanatlarda ise artık yeni bir heyecana ihtiyacımız var. set oyunu oynamamız gereken maçlarda erkan zengin gibi top tutabilen, çalım atabilen futbolcuya kesinlikle ihtiyacımız var. kendisinin sağ kanat versiyonu da hamit altıntop zaten ama hamit'in çalım yeteneği kısıtlı tabi. bir anda vites arttırmak için ise elimizde zaten son derece iyisi var. bruma böyle bir oyuncu zaten. sağ öne de gökhan töre'yi yerleştirebiliriz diye düşünüyorum. serdar gürler'de her an patlayıp gidebilecek bir futbolcu.

forvet mevkisinde tek kişi olacağı için 4 forvet yeterli olacaktır. burak yılmaz bazen saç baş yoldursa da kendisini kanıtlamış bir forvet. ancak galatasaray drogba'nın ardından en az onun kadar birisiyle yola devam etmek zorunda. ben balotelli diyorum çünkü bu adam çılgın! 70 maçı çok rahat bir şekilde burak ile pay edebilirler ki zaten en az 6-7 maç kırmızı kart cezalısı olur. umut sonradan oyuna girer her zaman olduğu gibi. berk ise genç semih kontenjanından olaya dahil olur.

bu kadar isim içinde tek bir ismi analiz etmedim. wesley senijder. o ayıbı da yapmayalım artık...

bir de ajan dany var tabi. her şey bizim iyi gitmemiz ile bitmiyor rakiplerin de kötü gitmesi lazım asdfghjkl.

tüm bunların ışığında;

sistem: 4-2-3-1

-------------------onur---------------------
veysel---semih------ömer--------telles
------------melo------selçuk-------------
gökhan-------sneijder-----------bruma
-----------------balotelli-------------------

-----------------muslera-------------------
veysel---semih------ömer--------telles
------------melo------selçuk-------------
hamit----------sneijder------------erkan
-----------------balotelli-------------------

------------------onur---------------------
veysel---chedjou------ömer------telles
------------melo------mario---------------
gökhan-------sneijder------------bruma
------------------burak---------------------

vs. birbirlerine denk pek çok takım rahatlıkla çıkarılabilir.

şsmpiyonlar ligi için ise:

-----------------muslera-------------------
veysel---chedjou------ömer--------telles
------------melo------mario-------------
hamit----------sneijder------------bruma
-----------------balotelli-------------------

gibi bir takım çıkarılabilir.

tabi bunlar hep kısfmet. ben gideyim de fm'de kurayım şu takımı bari. *

16 Ocak 2014 Perşembe

İktidar Savaşı

Son günlerde ülke olarak son derce sancılı bir süreçten geçiyoruz malumunuz. Türkiye daha önce de bu tarz travmalar yaşamış olsa da ilk defa bu denli büyük çapta ve bu denli hızlı bir olay yaşadı, yaşamakta. Hızdan kastım olayların peşi sıra gerçekleşmesi. 17 Aralık 2013 günü ile şu an arasında Türkiye tarihinin rahatlıkla 5 yılına yayılabilecek kadar fazla olay yaşandı. Olaylar öyle bir hal aldı ki 17 Aralık’ta ne olduğunu bile unutmak üzereyiz. Bir anda 87 milyar € yolsuzluğu gündemden düştü, konuşulmaz oldu. Ses kayıtları, paralel devlet, emniyetteki görev değişimleri, HSYK, hizmet hareketi, dershaneler vs. derken şu anda tam bir çıkmazda Türkiye…

Hikayenin en başına dönelim, 2002 Türkiye;
Türkiye, 97 yılında Refah-Yol hükumetinin 28 Şubat süreciyle devrilmesinin ardından gelecek 5 yıl boyunca hep bu olayın sancısını yaşadı. 2001 yılındaki büyük ekonomik kriz ve halkın biriken tepkisi yeni bir yüze ihtiyaç duymuştu. Hatırlayacaksınız siyasi hayatımıza bir dönem ekonomiyi kurtarması için Amerika’dan ithal bakan getirilmişti (Kemal Derviş).  Halk o kadar bunamış olacaktı ki o dönemler bir çocuk olarak süper kahraman olarak görmüştüm Kemal Derviş’i. Çünkü o şekilde yansıtılıyordu çevreden. Daha sonraları durumun Kemal Derviş’lik olmadığı da ortaya çıktı ve kendisi de ufak bir siyasi parti deneyiminden sonra ortalardan kaybolup gitti.

Susurluk skandalı ve ardından gelen “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemleri, 28 Şubat mağduriyeti, Refah Partisi’nin kapatılması, büyük ekonomik kriz vs. vs. Anlayacağınız ülke tıpkı bugünlerde olduğu gibi çok sancılı bir 5 yıl geçirmiş ve DSP-MHP-ANAP koalisyonu iktidarlarının 3. yılında erken seçime gitmek zorunda kalmışlardı.

İşte bu ortamda yeni bir akım meydana geldi. Ilımlı İslam! Ne şiş yansın ne kebap sözünün siyasi akıma dönüş hali gibi bir şey oldu benim gözümde her zaman bu akım. Bu akımın öncülüğünü bizim “Cemaat” diye adlandırdığımız ama son dönemde kendilerine verdikleri adla “Hizmet Hareketi” ve bu hareketin başında olan Fettullah Gülen üstleniyordu.

Fettullah Gülen 28 Şubat sürecinde ülkede yaşanan çalkantılardan ötürü Amerika’ya kaçmış -ki bana göre Amerika onu merkeze çekmiştir – ve bu olaydan sonra da bir daha Türkiye’ye dönmemiş bir kanaat önderi hepimizin bildiği üzere. Türkiye’deki yaşanan krizden en çok faydayı da yine kendisi çıkarmış ve bugünlere kadar gelebilmiş bir kişi…

Ve evet o an geldi! “Bunlar hep Amerika’nın oyunu abi ya!”
Amerika’nın 11 Eylül saldırılarıyla birlikte değişen Ortadoğu planında istenmeyen bazı unsurların temizlenmesi ve plana uygun hale getirilmesi elzemdi. Bu ülkelerden birisi de yine aslında kendi ürünleri olan devrik lider Saddam Hüseyin’li  Irak’tı. Irak’ta savaş yoluyla yapmak zorunda kaldıkları değişimi Türkiye’nin mevcut siyasi kargaşası içinde yapması hiç de zor olmadı Amerika için…

Fettullah Gülen ve hareketinin ılımlı İslam modeli hem Türkiye Cumhuriyeti için hem de bölge ülkeleri için bir rol model olacak, bu sayede İsrail üzerindeki baskı da azaltılmış olacaktı ki AKP, iktidarının uzunca bir bölümünde İsrail ile ilişkilerin gayet iyi olduğu da bilinen bir gerçektir. 2002’de erken seçime gidilmesiyle birlikte eşi benzeri olmamış bir şekilde 2-3 ayda apar-topar bir parti kuruldu. Adalet ve Kalkınma Partisi!

Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Mehmet Ali Şahin, Abdullatif Şener gibi Refah uzantısı Fazilet Partisi’nin dışında kalmış olan yenilikçiler, Amerika ve onun güdümünde olan Gülen Hareketi’nin desteğiyle partileşmiş ve ilk girdikleri seçimle de tek başlarına iktidarı elde etmişlerdir.
Hatırlayanlar olacaktır Erdoğan’ın o zamanlar çok ses getiren hatta seçimi getiren bir sözü çok konuşulmuştu: “Milli Görüş gömleğimizi çıkardık!”
Gerçekten de öyleydi çünkü öyle olması gerekiyordu. Refah ve Fazilet Partilerinin kapatıldığı bir konjonktürde yine aynı söylemlerle ortaya çıkmış olsalardı kendilerinin de akıbetlerinin diğer iki partiden farksız olmayacaktı elbette…

Ee gömleği çıkarınca yeni bir şey giymek elzem oldu haliyle. İşte karşınızda Cemaat – AKP işbirliği! Parti, ılımlı İslam politikasını benimseyerek kuruluş aşamasında ve daha sonraları pek çok siyasi kesimden siyasi karakteri bünyesine dahil etti. Bu söylemler ve bu tavırlar 28 Şubat sürecinin mimarlarını da ikna etmek açısından önemli bir yer arz ediyordu. Nitekim Devlet’in sahibi onlar, talibi ise kendileriydi ve onlarla iyi geçinmek zorundaydılar. En azından köprüyü geçene kadar!

2002 – 2007 AKP iktidarı ve devletleşme süreci;
Yüzde 10 seçim barajının da yardımıyla 3 Kasım 2002 seçiminden tek başına iktidar olarak çıkan AKP ve destekçisi cemaat devlet içerisinde kadrolaşmaya başladılar. Bunu da devletin sahipleri olan statükoya belli etmeden uzunca bir dönem gerçekleştirebildiler doğrusu. Bu 5 yıllık süreç Türkiye’nin en huzurlu olduğu dönemlerinden birisi olabilir.

2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi: Statükoya karşı kılıçlar çekiliyor!
Ahmet Necdet Sezer’in görev süresini tamamlamasının ardından ülkede “yeni cumhurbaşkanı kim olacak?” sorusu günlerce sorulmuştu. Recep Tayyip Erdoğan’ın ismi çokça geçmiş olsa da statüko bu duruma şiddetle karşı çıkmıştı. Bu durum halk tabanına da yansımış ve meşhur Cumhuriyet mitingleri düzenlenmişti. İşte bu algının biraz da olsa kırılması adına 24 Nisan 2007’de Recep Tayyip Erdoğan’a göre daha iyi imajı olan, daha ılımlı bir yapıya sahip olan Abdullah Gül aday olarak açıklanmıştı.

27 Nisan 2007 E-Muhtıra!
Başbakanlık kurumuna bağlı olan fakat genlerinde darbe yapmak olan Genel Kurmay Başkanlığı Cumhurbaşkanlığı koltuğuna milli görüş geleneğinden birinin geçmesini kati suretle istememiş ve hazırladığı bir bildiriyi internet sitesinde paylaşarak Türkiye’yi hareketli bir sabaha uyandırmıştı.  İşte bu bildiri ile birlikte Cemaat ve AKP tam bir işbirliği sağlamışlardır. Mağdur edebiyatı süreç artık başlıyordu.

12 Haziran 2007’de daha sonraları Ergenekon davasının başlangıç noktası olacak bir gelişme yaşandı. AKP ve Cemaat statükoya karşı ilk hamlesini yapmış ve Ümraniye’de bir gecekonduya düzenlenen operasyonda bazı mühimmatlar ele geçirildi.

14 Mart 2008’de AKP kapatılma davası başladı.
Statüko elindeki en büyük kozu oynamış ve AKP’ye laiklik karşıtı olduğu gerekçesiyle kapatma davası açmıştır. Dava sonucunda AKP’nin hazine yardımlar ½ oranında kesildi. Bu hamleyi de atlatabilen AKP ve artık kadrolaşmasını neredeyse bitirmiş olan Cemaat eski devlet sistemine neredeyse bir kıyım yaptı. Ardı arkasına gelen Ergenekon, Balyoz, İnternet Andıcı gibi davalar ile daha önce dokunulması hayal bile edilemeyen kişiler birer birer cezaevine girmiş, böylece AKP açısından en büyük tehlike ortadan kaldırılmış oldu.

Bu arada kişisel olarak bu davaların açılmasına karşı değildim. En kötü yönetimin bile askeri yönetimden iyi olacağına inanıyorum. Ancak gerek E- muhtıra gerekse Ergenekon davasında geçen darbe planlarının gerekçeleri son derece haklı gerekçelerdi. AKP kesinlikle laiklik karşıtı bir politika izliyordu. Üstelik darbe anayasalarından gelen bir hukuki hakları da bulunmaktaydı.

Buradaki temel sorun aslında bugüne özgün değil. Türkiye 1923 yılında çok keskin bir dönüşüm yaşadı ve pek tabii bunun sancılarını yaşamamak imkansızdı. Laik Devlet ile dindar halkı bir potada eritemiyor bu ülke maalesef.

Kazanılan seçimler, temizlenen devlet kadroları ve yerine yerleşmeler derken Recep Tayyip Erdoğan’dan beklenmeyen bir çıkış geldi Davos’ta!

Meşhur One Munite olayı…
Bugünlerde çoğu kişi bu sürecin dershanelerin dönüştürülmesi ile başladığını düşünüyor. Bu sürecin başlangıcı bana göre One Munite olayıdır!
Nasıl oldu bilmiyorum ama Recep Tayyip Erdoğan birden bire çıkardığı gömleği ve onun temsil ettiği anti- semitizm politikasını hatırladı. İşte tüm dengeleri değiştiren hamlede bu oldu. Recep Tayyip Erdoğan ve Cemaat ilk defa görüş ayrılığına düşüyorlardı. Cemaat yukarıda da bahsettiğim gibi ılımlı İslam politikasının devam etmesinden yanayken AKP cephesinde bir şeyler değişmişti. Asıl irdelenmesi gereken konu da budur bana göre.

Ne oldu da AKP değişti?
Benim düşünceme göre AKP en başından beri Cemaati bir sıçrama tahtası olarak kullanmak istedi ve kullandı da. Ardı ardına gelen seçim zaferleriyle birlikte halk desteğini arkasına alan Recep Tayyip Erdoğan adeta üzerine çelikten bir zırh giydi. Artık tek başına da ayakta durabileceğine inanmaya başlamıştı. Tek adam olma hırsı bütün süreci günümüze kadar taşıdı.

2010 yılında Meşhur Mavi Marmara olayı aslında iplerin aslında ne kadar önce koptuğunun kanıtı niteliğindeydi. Bunu bugünlerde İHH derneğine yapılan operasyonlardan da rahatça anlayabiliriz. İHH derneği bir AKP organizasyonu olarak yapılandırıldı ve bile bile, isteyerek Gazze’ye gönderildi. Tahmin edebileceğiniz üzere Cemaat bu konuda destekçi olmadı. Artık farklı dünyaların insanları oldukları tescillenmişti.

2011 yılında Türkiye “Oslo Görüşmeleri” ile adeta sarsıldı.
Tarihte ilk defa bir Türkiye Cumhuriyet’İ hükumeti bir terör örgütü olan PKK ile masaya oturup, barış müzakerelerinde bulundu. Biz bunu 2011 yılında öğrendik ancak görüşmeler 2 yıl öncesine yani 2009 yılına aitti. Peki bu görüşmeleri kim sızdırdı?

Evet AKP’nin kendi başına yaptığı ilk iş bu Oslo görüşmeleriydi. Bu görüşmelerin ortaya çıkması ise hiç şüphesiz bir gözdağı niteliğindeydi. Cemaat AKP’ye ilk uyarısını bu şekilde yapmış oldu. Artık geri dönülemez noktaya geliniyordu.

Cemaat hükumetin kendisinden habersiz başlattığı açılım sürecine ve görüşmelere KCK tutklamalarıyla karşılık veriyor ve hükumete mesajını çok sert bir şekilde iletmiş oluyordu: “Yürütme senin olabilir ama Yargı artık benim!”

2012 Şubat ayında Türkiye bir anda Mit ile savcıların köşe kapamacasına şahit oldu. Cemaat Oslo görüşmelerinin faturasını Mit müsteşarı Hakan Fidan’a kesmiş ancak Başbakan Erdoğan’ın karşı hamlesiyle Hakan Fidan sorgulanamamıştı. Artık açıktan kavga etmeye başlamışlardı.
Bir süre boyunca didişme alt kademelerde devam etti ancak hiç beklenmedik bir şey oldu!

27 Mayıs 2013 Taksim Gezi Parkı olayları!
Bu konuyu ayrı bir yazıda irdeleyeceğim için kısaca geçeceğim. Bizzat içinde bulunduğum için kesinlikle dış güçler, komplo gibi saçmalıkları kabul etmiyorum! Gezi Parkı olayları gündemden ve her türlü ilişkiden bağımsız bir tepki patlamasıydı. Ben hiçbir dış gücün etkisiyle gitmedim oraya arkadaşlar! Ben boğulduğumu, yaşayamadığımı hissettiğim için gittim oraya başka bir şey için değil…

Yalnız AKP bu olaydan kendisine yeni bir düşman daha yaratmış ve bütün olayları dış, küresel güçlere bağlamıştı. Belki de bilerek yaptılar ki bu denli orantısız müdahalenin olayları bitirmekten çok alevlendireceğinin farkında olmayacak kadar salak değillerdir. Anlayacağınız yine mağdurdular!

Ve dershaneler olayı: İnsan kaynağına darbe!
Benim yaşıtlarımda olanların pek çoğu hayatında en az bir kere Cemaatin idare ettiği bizim “abiler” dediğimiz eve gitmiştir. İşte Cemaatin en büyük kaynağı bu evlere gidip ideolojiyi yiyen kişilerdi. Bu evler ve bu evlere öğrenci yönlendiren dershaneler tam bir uyum içerisindeydi. Dershanelerin kapatılması demek ekonomik yönden büyük darbe olacağı gibi daha da büyük darbeyi bahsettiğim bu çarka vuruyordu. AKP bütün baskılara rağmen şu günlerde dahil dershaneler konusunda geri adım atmadı. Bu hamleyle hem ekonomik hem de kaynak açısından cemaate “seni bitireceğim” demiş oldular.

17 Aralık 2013 Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu!
Cemaatin, hükumetin dershaneler hamlesine yanıtı inanılmaz derecede sert oldu. Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir operasyon yapıldı. Yolsuzluğun boyutu inanılmaz boyutlardaydı. Yolsuzluğun içerisinde yer alanlar ise çok daha önemliydi. Tam 4 bakan ve oğullarının adı yolsuzluğa karışmış, yolsuzluk şemaları akıl almaz derecede karmaşık şekilde dizayn edilmişti. Yolsuzluğun şemasının analizini araştırırsanız bulabilirsiniz.

Bu tarihten bugüne kadar geçen sürece yetişmek neredeyse imkansız. Yazının en başında da belirttiğim gibi normal şartlarda 5 senelik olaylar topluluğu bu 1 aya sığdı ve devam da ediyor.

Bu kısmını tek tek analiz etmek en az bir bu kadar daha alacağından kronolojisini içeren bir link paylaşacağım.


Yolsuzluğun kapatılmasına yönelik hamleler, emniyetteki görev değişimleri, HSYK düzenlemeleri, savcının görevini yerine getirmeyen polisler, başkalarından görev alan savcılar vs. vs. Kısacası aslında bugüne kadar aslında zaten olmayan hukuk kavramı hiç bu kadar yok olmamıştı. Cümle yanlış değil demek istediğim aynen bu. Zaten yoktu ama şimdi hiç yok…

Son bir değinmek istediğim konu da HSYK düzenlemesi! Hiç öyle uzun uzadıya eleştirmeyeceğim. Bizim burada “Avrupa’da da öyle!” gibi dünyanın en saçma savunma ve kabul ettirme mekanizması var! İçki düzenlemesi yapılır “ama Avrupa’da da öyle!” denir, x düzenlemesi yapılır “ama Avrupa’da da öyle” denir. 

En son bu HSYK içinde böyle deniliyor. Yahu denilmesine deniliyor da o Avrupa’da bakanın karısı 60 tl değerindeki alış verişini bakanlığa fatura ettiği için bakan istifa ediyor, süper marketin çatısı çöküp insanlar ölünce başbakan istifa ediyor! Senin gibi utanmaz, arlanmaz, katil değiller yani! Sen önce oranın medeniyet seviyesine ulaş ondan sonra oraya göre yaşamaya başlarsın!

Bu arada AKP için en büyük şans PKK ile yaptığı barış oldu. Hobi olarak molotof atan PKK ve sempatizanları normal şartlarda bu kaos ortamında ortalığı yangın yerine çevirebilirdi. Gelecek 10-20 şehit haberi bütün bu olayların üzerine hükumeti çok zor durumda bırakabilirdi.

Bundan sonra ne olur?
Ben ülkeden kaçmayı düşünüyorum. Size de tavsiyem kaçın! 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde de AKP kesin bir zafer kazanırsa çok kişinin kellesi gider Daver!

Not: İnsanlar bu olayları anlatan yüzlerce sayfalık kitaplar yazıyorlar. Ben burada 5-6 sayfaya sığdırmaya çalışıyorum ki bu işin uzmanı da değilim. Sadece olayların bana yansıyan şeklini anlatmaya çalıştım.

Not 2: 17 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu ele alan geniş çaplı bir yazıyı da önümüzdeki günlerde yazacağım. Bu yazı sadece sürecin öncesini ele almıştır. 

6 Aralık 2013 Cuma

Isınacağız!

Bugün Ali Sami Yen Spor Kompleksi Türk Telekom Arena stadına uzun uzun ilk defa baktım. Sayısız defa içinde bulunduğum mekana ilk defa dikkatlice bakmak bugün aklıma geldi. Son derece heybetli, alımlı göründü gözüme. Çatıya elektrikli sobalara benzer bir şeyler monte edilmiş. Büyük ihtimalle ısıtma için kullanılacak ama ben hiç denk gelmedim henüz. Planlandığından farklı bir stadyum olduğu ise herkesin malumu. Aşağı yukarı inşaat sürecini takip etmiş bir taraftar stadın büyük bir kısmını da hiç gitmemiş olsa bile biliyordur muhtemelen. 

Nasıl bilmesin ki? Gecenin 3'ünde, 5'inde kalkıp az mı izledik o küçük kameralardan? Tribünlerin ortaya çıkmasıyla yaşanan sevinçler, inşaat ihalesinin iptalleriyle yaşanan derin üzüntüler, yeni ihale süreçleri... peki ya ilk defa toprak zemine kireçle futbol sahası çizilmesiyle yaşadığımız "oha tribünler çok yakın!" duygusu? Yaşadığımız koltuk rengi, kalitesi tartışmaları, çatı yapılacak mı yapılmayacak mı sorunsalı unutulur cinsten şeyler değillerdi. Her şeyi geçtim süper kolanların o heybetli çatı makaslarını taşıyıp taşıyamayacağı bile tartışıldı zamanında. En uzmanı benim diyen mimar, mühendis o anlarda gözümüzde bir hiçti.

Öyleydi, böyleydi derken yılların ardından stadımıza kavuştuk bir 15 Ocak gecesi ve pek tabi hedefimize uygun olarak bir Avrupa takımıyla yaptığımız maçla... Yıllardır bebeğimiz gibi büyümesini izlediğimiz stadımız açılıyordu. Bundan daha mutlu bir gün olabilir miydi o zamanlarda bir Galatasaraylı için? 

Olmadı. Yıllardır hazırlandığımız gün kelimenin tam anlamıyla siyasi şov peşinde koşan yalakalarca kara bir geceye dönüştürüldü. Galatasaray o ana kadar belkide hiç bu kadar küçük düşürülmemişti ama yine de büyük Galatasaray taraftarı kendisine tokat atanlara diğer yanağını çevirmek yerine tokatın kralını onlara attı o gece! Sonrasında o onbinler, 300-500 çapulcuya dönüştürülecekti bazı kukla çevrelerce ki bunların içinde Galatasaray tarihinin en kötü başkanı Adnan Polat da yer alacaktı!

Neyse bu kadar anımızın olduğu stadyuma ilk defa alıcı gözüyle baktım. Sebebi mi? Bilmiyorum belki de hala Ali Sami Yen'in yasını tutuyordum içimde... Uzun uzun çatıyı inceledim. "Açılır-kapanır çatı yaplabilir mi?" diye kafa patlattım. Süper kolonların taşıdığı çatının ne kadar dayanıklı olabileceğini düşündüm. İnşaat aşamasına geri döndüm adeta. Yine aynı hüznü, sevinci, gururu yaşadım içten içe. 

Çok önemli artılar kattı bu stadyum bize. Ekonomik ve sportif başarı gelmeye başladı peşpeşe. Maçlara gelenlerin sayısı arttı. Evet çok şey kattı ama öyle bir şeyi aldı ki bizden belki de o yüzden ısınamıyor çoğu insan buraya. Ali Sami Yen!

Ama ısınacağız! Çünkü burayı biz yaptık. Her aşamasında sen vardın, ben vardım, biz vardık! 

23 Nisan 2012 Pazartesi

Üstünlerin Hukuku

"Bu mızrak bu çuvala sığmaz!" atasözünün nerede ve kimin tarafından söylenildiğini bilmiyorum ama kesinlikle hayatının hiç bir evresinde bu topraklar üzerinde yaşamadığından eminim. Çünkü bu topraklarda yaşayanların en büyük ortak özelliği sistemin açıklarını bulmak ve bu açığı kendi menfaatine gelecek şekilde sonuna kadar kullanmaktır. Bu yüzden burada o mızrak her zaman o çuvala sığar!

Arkanızda sizi destekleyen, kollayan bir güç varsa burada itiraf etseniz bile suç işlediğinizi asla suçlu değilsinizdir!  Ermeni öldürene güzellemeler yazılan, ırkçılık yapanın kişilik hakları için yayın yasağı koyulan, taraf olmayanın bertaraf olduğu, canlı canlı insanların yakıldığı yerde yıllarca kebapçı dükkanının çalışmasına izin verilebilen bir ülke Türkiye! 

Kısacası gücünüz, paranız ve Ankara'da dayınız varsa siz hep haklısınız! Bunlardan hiç birisi yok mu? O zaman en iyi bildiğin şeyi yap! Sistemin açıklarını bulup işleyen çarka bir dişli de sen ol! 
ya da;
Çarka çomak sok, sistemi yık!

Antifa & Anarchy
Kenan ŞAYİR

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Play-Offfffffffffffffffffffffff !!!

Yaklaşık olarak 2 aydır boğuştuğumuz şike soruşturması dolayısıyla zaten patlamaya hazır bir bomba gibi olan biz futbol severlerin sinirine sinir stresine stres katan bir olay yaşandı geçtiğimiz hafta içerisinde Digitürk yetkilileri tarafından verilen iftar yemeğinde...

Trabzonspor'un boykot ettiği bu iftar yemeğinde bulunan 17 kulüp yöneticisinin önüne daha önce bahsi herhangi bir şekilde geçmemiş bir proje sunuldu.Buna göre senelerdir aynı şekilde oynanan lig rafa kalkıyor yerine ise Belçika'daki sistemin aynısı getiriliyordu...
Birazdan Belçika'daki sistemi inceleyeceğiz fakat böyle kritik bir kararın 3 saatlik bir yemekte gökten 3 elma düştü şekliyle kulüplere adeta dikta edilmesi nasıl bir çaresizliğin,acizliğin ve zorbalığın ürünüdür?

Kamuoyu yoklaması yapıldı mı?
Anketler düzenlendi mi?
Alt liglerde denendi mi?
Futbolun en büyük unsuru olan taraftarlara soruldu mu?
Medyada tartışılmasına fırsat tanındı mı?

Hayır Hayır Hayır! Bütün bu önemli soruların hepsinin cevabı hayırken,biz taraftarlar olarak bir sorumuz olmalı artık TFF'ye:

Hayırdır?

Nerede görülmüş 3 saatte lig statüsünün değiştiği?Nasıl kirli bir düzenin yeni oyunudur bu?Yeter artık rahat bırakın futbolumuzu çekin pis ellerinizi yakamızda!

Futbolun para babaları "haksız" elde ettiği servetinden olmayacak diye biz taraftarlar futbolumuzdan oluyoruz!Çeyrek asırdır kulüp yönetipte bir arpa boyu kadar yol alamayanlar mı düşünmeye başladı Türk futbolunun geleceğini?
Kimi kandırıyorsunuz siz?
Geçiniz!

"Birileri" istedi diye karar alamam diyen Sayın Aydınlar sözüm size: Peygamber olup vahiy mi almaya başladınız da aklınıza böyle bir düşünce geldi?Bir vahiy geldiği belli ama "adresi" de belli!
Yayıncı kuruluş daha fazla "haksız" kar elde etsin diye futbolun geleceğiniz bitiriyorsunuz farkında değilsiniz! Yoksa Farkında mısınız?

Gelelim rezalet uygulamanın içeriğine...Hani bir deyim vardır ya "Herkes gider Mersin'e biz gideriz tersine" şeklinde işte tam o misal bizimkisi!
Nasıl bir gaflete düştünüz ki siz böyle saçma işlere imza atabiliyorsunuz inanın aklım almıyor!Ulu önder Atatürk bize "çağdaşlığı ilke edinelim" derken sizin çağ dışı  sistemleri benimsemeniz en hafifinden iş bilmezliktir!

"Efendim çok maç olacak takımlarımız hafta içi maçlarına alışacak." Ligi 20 takıma çıkar o zaman.He diyorsanız ki "bizim derdimiz çok maç değil çok derbi" o zaman da TSYD kupasını neden kaldırdınız tekrar düzenleyin?
Ama onun içinde yayın ihalesi lazım şimdi değil mi?Pardon...

Her sistemin elbette ki artıları vardır fakat aynı sonuca başka şekilde ulaşabiliyoruz gördüğünüz gibi.Komple ligi değiştirmekte ne demek?

Şimdi akıl var mantık var sen ligi 10 puan önde bitir ondan sonra birisi sana "hayır kardeşim aslında 5 puan farkla bitirdin sen ligi" desin!
Kim neden kabul etsin böyle bir şeyi?
34 Hafta boyunca neyin mücadelesini verdi bu takımlar?
Antrenman mı yaptılar 34 hafta?

İlk dördü play-off'a sokmak demek ligi Anadolu ve İstanbul olarak ikiye bölmek demektir!Çünkü biliyoruz ki bu sene Galatasaray'ın yaşadığı gibi ekstra kötü bir sezon geçirmezse 3 büyükler o ilk dörde her sene kombine alırlar!
4.takımda Anadolu Şampiyonu sayılır artık!

Hayır bu sistemi kabul eden 3 büyük kulübü anlıyorum ama bre Anadolu kulüplerinin saygı değer! başkanları, siz nasıl böyle bir sisteme destek verirsiniz?
Bana bunu bir Allah'ın kulu A-ÇIK-LA-YA-MAZ!!!

Sizlerin derdi takımlarınızı şampiyonluğa oynatmak değil ceplerinizi doldurmak!Buradan Anadolu takımlarını destekleyen tüm taraftarlara sesleniyorum: Bu adamları artık temizleyin! 

Önünüzde Bursaspor örneği varken artık bizi şampiyon yapmazlar masalıyla sizleri kandırmaya çalışan başkanlarınıza,yöneticilerinize kapıyı gösterin! 

Bizleri yani taraftarları yok sayan zihniyete karşı:

PLAY-OFF'A HAYIR!

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Bir Kaleci Gördüm Sanki!

Galatasaray bu sezon belkide en pahalı olacak ama en önemli transferini sıkıntılı geçen 4 sezonun ardından kaleye gerçekleştirdi.Fernando Muslera başarılı bir performans sergilediği 2010 Dünya Kupasıyla birlikte adını yavaş yavaş duyurmaya başlamıştı.Geçtiğimiz sezon Lazio ile kısmen başarılı sayılabilecek bir sezon geçirip ve bu yaz Copa America'da harika bir performansın ardından Galatasaray'ımıza transfer olarak 4 sezonluk kaleci eziyetimize son verdi...

Takım ile çıktığı ilk maç olan Olympiakos maçından son derece güven verici bir performans sergileyen Muslera en azından benim gönlüme su serpmiş oldu.Ayağını iyi kullanması ve mükemmel refleksleriyle sezon içinde yapacağı kritik müdahaleleri şimdiden kestirebiliyorum...

Benim için önemli bir detayda yediğimiz golden sonra sergilemiş olduğu tutumdur.Servet-Gökhan-Hakan gibi 3 ağır vasıtanın daha 1. dakikada geriye koşamadıklarını ve araya atılan her topun tehlikeli olacağını sezmesi kendisine 1 gole mal olsa da bundan sonraki pozisyonlar için güzel bir  referans teşkil etti.Yediği golde açılmayan Fernando Muslera golden sonraki hemen her pozisyonda ön libero gibi oynamaya başladı...

En sonunda bizimde kalemizde gerçek bir kaleci var diyebilmenin huzuruyla tekrardan:
"Hoşgeldin Muslera!"

Son bir not olarak umarım Fernando muslera'yı maliyeti nedeniyle ilk hatasında yerin dibine sokup kendisini kaybetmenin ilk adımını atmayız! 


18 Ağustos 2011 Perşembe

Allah'ını Seven Futbolun Üzerine Toprak Atsın!

Şike soruşturmasında en kritik dönemeci 15 Ağustos 2011 Pazartesi günü dönemedik.Evet yanlış okumadınız dönemedik dedim çünkü Türkiye Futbol Federasyonu başkanı ve üyeleri o dönemecin arkasını görme cesaretinde bulunamadılar...

Türkiye'de her adaletsiz olay için kullanılan "Burası Türkiye" mottosu bile bu ciddiyetsizliğin bu yüreksizliğin üzerini örtemiyor.Türkiye Futbol Federasyonunun açıkça şike ve teşviğin yanında durması artık taraflı tarafsız herkesin tepkisini göstermesine ve Federasyona olan güvenini bitirme noktasına getirmiştir.

15 Ağustos Pazartesi günü öyle bir skandala imza attı ki çok değerli! federasyonumuz önümüzdeki süreçte Türk futbolunu çok zor günler bekleyebilir.UEFA bu konuda nasıl bir tutum sergileyecek merak konusu...
Toplantı için ise tek cümle ile şu söylenebilir: "Dağ fare doğurdu!" Sen kalk Türkiye'nin en önde gelen otellerinden birinde rekor katılımlı bir toplantı düzenle ve herkesi tarihi kararlar alınacak şeklinde beklentiye sok ama öyle bir açıklama yap ki toplantı sonunda herkes hayal kırıklığı yaşasın...Yarısından fazlası madde ve bendlerle dolu "mızrağı çuvala nasıl sığdırdık" temalı bir konuşma yapmak ancak bu federasyonun icraati olabilirdi...

Karar vermekle hükümlü olan TFF en kolay yolu bile seçememiş kendisini uçurumdan aşağıya atmıştır.Önümüzdeki süreçte yaşanacaklar bu düşüşün ne kadar hızlı olduğunu gözler önüne serecektir.Türk Futbolu resmen şaibe altına girmiş ve geleceği hiçe sayılmıştır.Bazı kulüpleri kurtarmak adına Türk futbolu UEFA'nın önüne adeta "diyet" olarak atılmıştır!

Bunun altındaki düşünce "biz gidemiyorsak kimse gidemezsin" düşüncesidir ki ne denli gözlerin dönmüş olduğunun kanıtıdır!Şenes Erzik bu hafta içinde yaptığı açıklamalarla aslında kaderimizi çok net çizdi...
Düşünün bir Türk bu kadar olumsuz bir tonda konuşuyorsa UEFA'nın diğer delegeleri neler düşünür...

Açıklamanın detaylarına girelim girmesine ama nasıl çıkarız orası meçhul...Öyle bir cümle etti ki Sayın Aydınlar tutulacak savunulacak yanı yok."Kendisinden şüphe duyan takımlar Avrupa kupalarına katılmayabilirler"...
İşte biz bunu halk arasında "Cin olmadan adam çarpmak" deyimiyle tasvir ediyoruz.Kısaca Federasyon diyor ki:"Suçunuzu biliyorsunuz gitmeyin"
Suçu Federasyonda biliyor fakat ne olur ne olmaz diye soruşturmada ismi geçen kulüplerin Avrupa haklarına karışmıyor ki tazminat yükünden kurtulabilsin...

Birde aynı toplantının çıkışında Hüsnü Güreli Göksel Gümüşdağ ve M.Ali Aydınlar arasında öyle bir diyaloğa şahit oluyoruz ki evlere şenlik bir manzara çıkartıyor karışımıza...
"Beşiktaş'ı kurtardık sayemde."Teşekkür etmeleri lazım, değil mi?" Başka kimsede yok ki, bu kadar şey, ııı, sonuç" cümleleri Hüsnü Güreli'nin ağzından birebir dökülüyor hemde kameralar önünde...Daha sonra bu konuşmanın yabancı sınırlaması ile ilgili olduğu şeklinde TFF'de bir düzeltme geliyor ki özrü kabahatinden büyük!Federasyonun görevi belli takımlara özel kurallar çıkarmak mıdır?Soru havada asılı kalmaya devam ededursun bugünkü bir haberi sizlerle paylaşalım:
4 SAAT GÖRÜNTÜYÜ TEK TEK İNCELEDİ
Uluslararası alanda hizmet veren adli kriminal kuruluş olan Ulusal Kriminal Büro, verdiğimiz görüntüleri tek tek inceleyerek konuşmaların kime ait olduğunu tespit etti. 4 saatlik çalışmada sesler tek tek analiz edildi. Hazırlanan rapora göre, "Beşiktaş'ı kurtardık sayende" diyen kişinin Hüsnü Güreli olmadığı, Güreli'nin bu söze karşılık, "Teşekkür etmeleri lazım, değil mi?" Başka kimsede yok ki, bu kadar şey, ııı, sonuç" dediği belirlendi.
GÜMÜŞDAĞ OLAMAZ, AYDINLAR'A AİT 
"Beşiktaş'ı kurtardık sayende" diyen kişinin görüntüler esnasında kapı arkasında kalmasından dolayı Mehmet Ali Aydınlar veya yardımcısı Göksel Gümüşdağ'dan birisinin olduğu ancak Gümüşdağ'ın çok tiz bir sesi olduğundan dolayı konuşan şahsın "çok kuvvetle muhtemel" vurgusuyla Aydınlar olduğunun tespit edildiği de raporda yer aldı. Ayrıca konuşmada "sayemde" değil, "sayende" kelimesinin kullanıldığı belirlendi. 
Kısacası paçalardan pislik akıyor,Hüsnü Güreli aslında hiç söylemediği bir cümleyi sahiplenmek mecburiyetinde hissediyor kendisini...Peki ama neden? İşte tüm rezaletin cevabı daha doğrusu cevapsızlığı bu soruda gizli...

Bu kadar mı para oldu her şey?Nasıl paraya endekslediniz tüm hayatımızı?İnsanların saf duygularının hiç mi önemi kalmadı sizin için?

Yazıklar olsun size ve sizi bu göreve layık görenlere!

Futbol ölmüştür beyler Allah'ını seven üzerine toprak atsın!